Muhafazakâr sanat tartışmasında en önemli yazılardan birini Sabah gazetesinde Prof. Dr. Şükrü Hanioğlu yazdı.
Bu kavramın Fransız ihtilâlini hazırlayan düşünce
akımlarına ve 1789 sonrasında ortaya çıkan düzene tepki olarak Batı'da
şekillendiğini, dolayısıyla aslında muhafazakârlığın da modern bir kavram ve
düşünce akımı olduğunu hatırlatan Şükrü Bey, haklı olarak, Türkiye'de
muhafazakârların convention ve tradition kavramlarını tek kelimeyle, 'gelenek'le
karşılamalarının yanlışlığından, ayrıca geçen hafta benim de andığım T.S.
Eliot'tan ve onun "gelenek" kavramına verdiği anlamdan söz etti.
Sadece Türkiye'de değil, dünyada da muhafazakârların
temel kavramlarından biri olan gelenek, aslında tarif edilmesi zor, herkesin
farklı anlamlar yükleyerek kullandığı bir kavramdır. Çeşitli vesilelerle, kendi
anlayışıma en yakın tarifi Eliot'ta bulduğumu ifade etmişimdir. Modern şiirin
kurucularından büyük bir şair ve önemli bir eleştirmen olan Eliot, Türkçeye
"Gelenek ve Bireysel Yeti" ve "Gelenek ve Şair" başlıklarıyla çevrilen ünlü
denemesinde bir şairin yahut yazarın geleneğe sahip olabilmesi için önce tarih
şuuruna sahip olması gerektiğini söyler. Başka türlü ne şair olunabilir, ne
yazar. Tarih şuuru, geçmişin aslında geçmemiş olduğunun farkına varmak, başka
bir ifadeyle, geçmişin hâl'de de var olduğunu bilmek demektir. Böyle bir şuura
sahip olan sanatkâr, yalnız kendi zamanının şuurunu ifade etmekle kalmaz;
eserinde bütün bir geçmiş yeni bir anlam ve yeni bir ifade kazanmış olur. Bu
mânâda gelenek, Eliot'a göre, zahmetsizce devralınabilen bir miras değil, ciddi
bir entelektüel gayretle kazanılabilecek bir 'yeti'dir (talent).
Son iki yüz yıl içinde ciddi kültürel travmalar
yaşayan -devam etmekte olan hiçbir şeyin bırakılmadığı- ülkemizde bu gayretin
çok daha fazlasına ihtiyaç vardır.
Eliot'a göre, "geçmişin hâl içinde varlığını
hissetmek, sınırsızı sınırlı olanda, yani bugünde bulmak bir şairi yahut yazarı
gelenekçi yapar." Böyle bir şair veya yazar hem bu anlamda gelenekçidir, hem de
çağının şuurunu ifade etmesi bakımından modern... Şöyle de söylenebilir: Tarih
şuuru, muhteşem zaferlerden dem vurmak, mefahirden söz etmek, eski şekilleri
tekrarlamak, başka bir deyişle, tarihi sırtında ağır bir yük olarak taşımak
değil, itici bir güç olarak hissedebilmektir. Geçmişi tekrarlayarak gelenekçi
olunmaz. Mesela bir şair bugün gazel yazarak gelenekçi olamaz; ama öyle bir şiir
yazar ki, bu şiir hem kendi çağının şiiridir, hem de -divan şiiri dâhil- bütün
şiir geçmişimizle alışveriş içinde... Kültürde süreklilik o zaman gerçekleşir.
Ahmet Hamdi Tanpınar, yıllar önce bu düşünceyi şöyle formüle etmişti: "Devam
ederek değişmek, değişerek devam etmek!"
Aynı zamanda inançlı bir Hıristiyan olan Eliot,
"muhafazakâr sanat" tartışmasında işimize çok yarayacağını düşündüğüm "Din ve
Edebiyat" başlıklı denemesinde de, inançlı kişilerin, okudukları edebî eserleri
kendi din ve ahlâk anlayışlarının süzgecinden geçirmek mecburiyetinde
olduklarını söyler ve dinin edebiyat eleştirisinde nasıl uygulanabileceği
konusundaki görüşlerini şöyle açıklar:
"Dinin edebiyatla ilgisi üzerinde durduğum zaman dinî
edebiyatı kasdetmiyorum. Eserlerinde dinden hiç söz etmedikleri halde, onun
hayat ve ahlâk görüşünü paylaşan, fakat dinin propagandasını yapmayan
yazarlardan bahsediyorum. Benim istediğim, edebiyatın, maksatlı olarak belli bir
dinin aracı olması değildir. Gerçekten büyük diyebileceğim bir yazar, belli bir
din şuuru içinde olduğu halde, onu vaz'etmeyendir."
Eliot'a göre, edebî eserde kasıtlı bir biçimde din
propagandası yapılmamalı, fakat kendisini doğuran kültürün din şuuru
yansıtılmalı, yani çözülmüş kültürlerde olduğu gibi dinî şuurdan kopulmamalıdır.
Batıda dinin yerini sanatın alması şeklinde beliren eğilimi, dinin çağdaş
şuurdan kopmasına bağlayan yazar, dimağı sağlıklı bir toplumda, din ve sanat
arasında tabii bir ilişkinin bulunması gerektiğine inanmaktadır. Edebî eserlerde
dinî şuurun hâkim olması, Eliot'a göre, insanı, bir oluş süreci olan hayatta
varılacak en son hedef olan "gerçek varoluşa", irade hürriyetine götürecektir.
Böylece insan, devletin de üstünde olan kendi vicdanına hizmette kusur etmeyecek
ve kendisini gerçekleştirmiş olacaktır.
Din, ahlâk ve edebî değer yargılarının birbirinden
tamamen soyutlanabileceğine (dolayısıyla modernizme) hiçbir zaman inanmayan
Eliot'ın şu sorusu önemlidir: "İnsanlar edebî eserleri değerlendirirken,
dimağlarında hiçbir inanışla ilgisi olmayan bir bölmeyi mi kullanırlar?" Çağdaş
yazarların çoğunun, toplumu yapan değer yargılarına hiç aldırmaksızın biraz
duygu ve pek az zekâ ile kendi değer yargılarını şekillendirerek belli bir
akımın içinde sürüklenip gittiklerini düşünen Eliot, denemesini şu cümlelerle
tamamlar:
"Ben çağdaş edebiyatı (...) ahlâksız veya ahlâkla
ilgisiz bulduğumdan değil, din ve ona dayalı bir ahlâk şuurundan yoksun olduğu
için eksik buluyorum. Sonuç olarak bu maddeci ve kendisini dünyevî bir ahlâk
felsefesiyle sınırlayan çağdaş edebiyat, okuyucusunu, yaşadığı süre içinde bu
dünyanın nimetlerinden ellerinden geldiği kadar faydalanmaya teşvik etmekte,
maddî faydalar için ellerinden geleni yapmalarını öğütlemektedir. Tabii ki bu
edebiyatın en iyi örneklerini okumaya devam edip kendi inanışlarımıza göre de
onları değerlendireceğiz."
Beşir Ayvazoğlu
("Meseleye Bir De Eliot'ın Penceresinden Bakalım" başlıklı yazı)
19 Nisan 2012, Perşembe, Zaman
*T.S.Eliot