12 Temmuz 2012 Perşembe

"Kedileri adlandırmak zor meseledir"*



Muhafazakâr sanat tartışmasında en önemli yazılardan birini Sabah gazetesinde Prof. Dr. Şükrü Hanioğlu yazdı.
Bu kavramın Fransız ihtilâlini hazırlayan düşünce akımlarına ve 1789 sonrasında ortaya çıkan düzene tepki olarak Batı'da şekillendiğini, dolayısıyla aslında muhafazakârlığın da modern bir kavram ve düşünce akımı olduğunu hatırlatan Şükrü Bey, haklı olarak, Türkiye'de muhafazakârların convention ve tradition kavramlarını tek kelimeyle, 'gelenek'le karşılamalarının yanlışlığından, ayrıca geçen hafta benim de andığım T.S. Eliot'tan ve onun "gelenek" kavramına verdiği anlamdan söz etti.

Sadece Türkiye'de değil, dünyada da muhafazakârların temel kavramlarından biri olan gelenek, aslında tarif edilmesi zor, herkesin farklı anlamlar yükleyerek kullandığı bir kavramdır. Çeşitli vesilelerle, kendi anlayışıma en yakın tarifi Eliot'ta bulduğumu ifade etmişimdir. Modern şiirin kurucularından büyük bir şair ve önemli bir eleştirmen olan Eliot, Türkçeye "Gelenek ve Bireysel Yeti" ve "Gelenek ve Şair" başlıklarıyla çevrilen ünlü denemesinde bir şairin yahut yaza­rın geleneğe sahip olabilmesi için önce tarih şuuruna sahip olması gerektiğini söyler. Başka türlü ne şair olunabilir, ne yazar. Tarih şuuru, geçmişin aslında geçmemiş olduğunun farkına varmak, başka bir ifadeyle, geçmişin hâl'de de var olduğunu bilmek demektir. Böyle bir şuura sahip olan sanatkâr, yalnız kendi zamanının şuurunu ifade etmekle kalmaz; eserinde bütün bir geçmiş yeni bir anlam ve yeni bir ifade kazanmış olur. Bu mânâda gelenek, Eliot'a göre, zahmetsizce devralınabilen bir miras değil, ciddi bir entelektüel gayretle kazanılabilecek bir 'yeti'dir (talent).

Son iki yüz yıl içinde ciddi kültürel travmalar yaşayan -devam etmekte olan hiçbir şeyin bırakılmadığı- ülkemizde bu gayretin çok daha fazlasına ihtiyaç vardır.

Eliot'a göre, "geçmişin hâl içinde varlığını hissetmek, sınırsızı sınırlı olanda, yani bugünde bulmak bir şairi yahut yazarı gelenekçi yapar." Böyle bir şair veya yazar hem bu anlamda gelenekçidir, hem de çağının şuurunu ifade etmesi bakımından modern... Şöyle de söylenebilir: Tarih şuuru, muhte­şem zaferlerden dem vurmak, mefahirden söz etmek, eski şekilleri tekrarlamak, başka bir deyişle, tarihi sırtında ağır bir yük olarak taşımak değil, itici bir güç olarak hissedebilmektir. Geçmişi tekrarlayarak gelenekçi olunmaz. Mesela bir şair bugün gazel yazarak gelenekçi olamaz; ama öyle bir şiir yazar ki, bu şiir hem kendi çağının şiiridir, hem de -divan şiiri dâhil- bütün şiir geçmişimizle alışveriş içinde... Kültürde süreklilik o zaman gerçekleşir. Ahmet Hamdi Tanpınar, yıllar önce bu düşünceyi şöyle formüle etmişti: "Devam ederek değişmek, değişerek devam etmek!"
Aynı zamanda inançlı bir Hıristiyan olan Eliot, "muhafazakâr sanat" tartışmasında işimize çok yarayacağını düşündüğüm "Din ve Edebiyat" başlıklı denemesinde de, inançlı kişilerin, okudukları edebî eserleri kendi din ve ahlâk anlayışlarının süzgecinden geçirmek mecburiyetinde olduklarını söyler ve dinin edebiyat eleştirisinde nasıl uygulanabileceği konusundaki görüşlerini şöyle açıklar:
"Dinin edebiyatla ilgisi üzerinde durduğum zaman dinî edebiyatı kasdetmiyorum. Eserlerinde dinden hiç söz etmedikleri halde, onun hayat ve ahlâk görüşünü paylaşan, fakat dinin propagandasını yapmayan yazarlardan bahsediyorum. Benim istediğim, edebiyatın, maksatlı olarak belli bir dinin aracı olması değildir. Gerçekten büyük diyebileceğim bir yazar, belli bir din şuuru içinde olduğu halde, onu vaz'etmeyendir."

Eliot'a göre, edebî eserde kasıtlı bir biçimde din propagandası yapılmamalı, fakat kendisini doğuran kültürün din şuuru yansıtılmalı, yani çözülmüş kültürlerde olduğu gibi dinî şuurdan kopulmamalıdır. Batıda dinin yerini sanatın alması şeklinde beliren eğilimi, dinin çağdaş şuurdan kopmasına bağlayan yazar, dimağı sağlıklı bir toplumda, din ve sanat arasında tabii bir ilişkinin bulunması gerektiğine inanmaktadır. Edebî eserlerde dinî şuurun hâkim olması, Eliot'a göre, insanı, bir oluş süreci olan hayatta varılacak en son hedef olan "gerçek varoluşa", irade hürriyetine götürecektir. Böylece insan, devletin de üstünde olan kendi vicdanına hizmette kusur etmeyecek ve kendisini gerçekleştirmiş olacaktır.
Din, ahlâk ve edebî değer yargılarının birbirinden tamamen soyutlanabileceğine (dolayısıyla modernizme) hiçbir zaman inanmayan Eliot'ın şu sorusu önemlidir: "İnsanlar edebî eserleri değerlendirirken, dimağlarında hiçbir inanışla ilgisi olmayan bir bölmeyi mi kullanırlar?" Çağdaş yazarların çoğunun, toplumu yapan değer yargılarına hiç aldırmaksızın biraz duygu ve pek az zekâ ile kendi değer yargılarını şekillendirerek belli bir akımın içinde sürüklenip gittiklerini düşünen Eliot, denemesini şu cümlelerle tamamlar:
 
"Ben çağdaş edebiyatı (...) ahlâksız veya ahlâkla ilgisiz bulduğumdan değil, din ve ona dayalı bir ahlâk şuurundan yoksun olduğu için eksik buluyorum. Sonuç olarak bu maddeci ve kendisini dünyevî bir ahlâk felsefesiyle sınırlayan çağdaş edebiyat, okuyucusunu, yaşadığı süre içinde bu dünyanın nimetlerinden ellerinden geldiği kadar faydalanmaya teşvik etmekte, maddî faydalar için ellerinden geleni yapmalarını öğütlemektedir. Tabii ki bu edebiyatın en iyi örneklerini okumaya devam edip kendi inanışlarımıza göre de onları değerlendireceğiz."

Beşir Ayvazoğlu
("Meseleye Bir De Eliot'ın Penceresinden Bakalım"  başlıklı yazı)
19 Nisan 2012, Perşembe, Zaman


*T.S.Eliot