14 Temmuz 2012 Cumartesi

12 Temmuz 2012 Perşembe

"Kedileri adlandırmak zor meseledir"*



Muhafazakâr sanat tartışmasında en önemli yazılardan birini Sabah gazetesinde Prof. Dr. Şükrü Hanioğlu yazdı.
Bu kavramın Fransız ihtilâlini hazırlayan düşünce akımlarına ve 1789 sonrasında ortaya çıkan düzene tepki olarak Batı'da şekillendiğini, dolayısıyla aslında muhafazakârlığın da modern bir kavram ve düşünce akımı olduğunu hatırlatan Şükrü Bey, haklı olarak, Türkiye'de muhafazakârların convention ve tradition kavramlarını tek kelimeyle, 'gelenek'le karşılamalarının yanlışlığından, ayrıca geçen hafta benim de andığım T.S. Eliot'tan ve onun "gelenek" kavramına verdiği anlamdan söz etti.

Sadece Türkiye'de değil, dünyada da muhafazakârların temel kavramlarından biri olan gelenek, aslında tarif edilmesi zor, herkesin farklı anlamlar yükleyerek kullandığı bir kavramdır. Çeşitli vesilelerle, kendi anlayışıma en yakın tarifi Eliot'ta bulduğumu ifade etmişimdir. Modern şiirin kurucularından büyük bir şair ve önemli bir eleştirmen olan Eliot, Türkçeye "Gelenek ve Bireysel Yeti" ve "Gelenek ve Şair" başlıklarıyla çevrilen ünlü denemesinde bir şairin yahut yaza­rın geleneğe sahip olabilmesi için önce tarih şuuruna sahip olması gerektiğini söyler. Başka türlü ne şair olunabilir, ne yazar. Tarih şuuru, geçmişin aslında geçmemiş olduğunun farkına varmak, başka bir ifadeyle, geçmişin hâl'de de var olduğunu bilmek demektir. Böyle bir şuura sahip olan sanatkâr, yalnız kendi zamanının şuurunu ifade etmekle kalmaz; eserinde bütün bir geçmiş yeni bir anlam ve yeni bir ifade kazanmış olur. Bu mânâda gelenek, Eliot'a göre, zahmetsizce devralınabilen bir miras değil, ciddi bir entelektüel gayretle kazanılabilecek bir 'yeti'dir (talent).

Son iki yüz yıl içinde ciddi kültürel travmalar yaşayan -devam etmekte olan hiçbir şeyin bırakılmadığı- ülkemizde bu gayretin çok daha fazlasına ihtiyaç vardır.

Eliot'a göre, "geçmişin hâl içinde varlığını hissetmek, sınırsızı sınırlı olanda, yani bugünde bulmak bir şairi yahut yazarı gelenekçi yapar." Böyle bir şair veya yazar hem bu anlamda gelenekçidir, hem de çağının şuurunu ifade etmesi bakımından modern... Şöyle de söylenebilir: Tarih şuuru, muhte­şem zaferlerden dem vurmak, mefahirden söz etmek, eski şekilleri tekrarlamak, başka bir deyişle, tarihi sırtında ağır bir yük olarak taşımak değil, itici bir güç olarak hissedebilmektir. Geçmişi tekrarlayarak gelenekçi olunmaz. Mesela bir şair bugün gazel yazarak gelenekçi olamaz; ama öyle bir şiir yazar ki, bu şiir hem kendi çağının şiiridir, hem de -divan şiiri dâhil- bütün şiir geçmişimizle alışveriş içinde... Kültürde süreklilik o zaman gerçekleşir. Ahmet Hamdi Tanpınar, yıllar önce bu düşünceyi şöyle formüle etmişti: "Devam ederek değişmek, değişerek devam etmek!"
Aynı zamanda inançlı bir Hıristiyan olan Eliot, "muhafazakâr sanat" tartışmasında işimize çok yarayacağını düşündüğüm "Din ve Edebiyat" başlıklı denemesinde de, inançlı kişilerin, okudukları edebî eserleri kendi din ve ahlâk anlayışlarının süzgecinden geçirmek mecburiyetinde olduklarını söyler ve dinin edebiyat eleştirisinde nasıl uygulanabileceği konusundaki görüşlerini şöyle açıklar:
"Dinin edebiyatla ilgisi üzerinde durduğum zaman dinî edebiyatı kasdetmiyorum. Eserlerinde dinden hiç söz etmedikleri halde, onun hayat ve ahlâk görüşünü paylaşan, fakat dinin propagandasını yapmayan yazarlardan bahsediyorum. Benim istediğim, edebiyatın, maksatlı olarak belli bir dinin aracı olması değildir. Gerçekten büyük diyebileceğim bir yazar, belli bir din şuuru içinde olduğu halde, onu vaz'etmeyendir."

Eliot'a göre, edebî eserde kasıtlı bir biçimde din propagandası yapılmamalı, fakat kendisini doğuran kültürün din şuuru yansıtılmalı, yani çözülmüş kültürlerde olduğu gibi dinî şuurdan kopulmamalıdır. Batıda dinin yerini sanatın alması şeklinde beliren eğilimi, dinin çağdaş şuurdan kopmasına bağlayan yazar, dimağı sağlıklı bir toplumda, din ve sanat arasında tabii bir ilişkinin bulunması gerektiğine inanmaktadır. Edebî eserlerde dinî şuurun hâkim olması, Eliot'a göre, insanı, bir oluş süreci olan hayatta varılacak en son hedef olan "gerçek varoluşa", irade hürriyetine götürecektir. Böylece insan, devletin de üstünde olan kendi vicdanına hizmette kusur etmeyecek ve kendisini gerçekleştirmiş olacaktır.
Din, ahlâk ve edebî değer yargılarının birbirinden tamamen soyutlanabileceğine (dolayısıyla modernizme) hiçbir zaman inanmayan Eliot'ın şu sorusu önemlidir: "İnsanlar edebî eserleri değerlendirirken, dimağlarında hiçbir inanışla ilgisi olmayan bir bölmeyi mi kullanırlar?" Çağdaş yazarların çoğunun, toplumu yapan değer yargılarına hiç aldırmaksızın biraz duygu ve pek az zekâ ile kendi değer yargılarını şekillendirerek belli bir akımın içinde sürüklenip gittiklerini düşünen Eliot, denemesini şu cümlelerle tamamlar:
 
"Ben çağdaş edebiyatı (...) ahlâksız veya ahlâkla ilgisiz bulduğumdan değil, din ve ona dayalı bir ahlâk şuurundan yoksun olduğu için eksik buluyorum. Sonuç olarak bu maddeci ve kendisini dünyevî bir ahlâk felsefesiyle sınırlayan çağdaş edebiyat, okuyucusunu, yaşadığı süre içinde bu dünyanın nimetlerinden ellerinden geldiği kadar faydalanmaya teşvik etmekte, maddî faydalar için ellerinden geleni yapmalarını öğütlemektedir. Tabii ki bu edebiyatın en iyi örneklerini okumaya devam edip kendi inanışlarımıza göre de onları değerlendireceğiz."

Beşir Ayvazoğlu
("Meseleye Bir De Eliot'ın Penceresinden Bakalım"  başlıklı yazı)
19 Nisan 2012, Perşembe, Zaman


*T.S.Eliot

"Her dem yeni doğarız bizden kim usanası"


Şu sıralarda zihnim sürekli Yunus Emre'yle meşgul.

Edebiyat ve düşünce dünyamızda, yirminci yüzyıl boyunca, kimliği, mezhebi, meşrebi, dünya görüşü ve türbesi konusunda ciddi anlaşmazlıkların ve kavgaların yaşanmasına sebep olan bu büyük sufi şair hakkında son zamanlarda ne kadar az yazılıp çizildiği sizin de dikkatinizi çekti mi?

Yunus için, kendi şehirlerinde yattığı iddiasından hiç vazgeçmeyen Eskişehirliler ve Karamanlılar tarafından hâlâ anma törenleri, sempozyumlar vb. düzenleniyor; fakat artık o eski heyecandan eser yok. Hayatını Yunus Emre'ye vakfetmiş bir ilim adamı olan Mustafa Tatçı da olmasa, koca şair neredeyse unutulacak.

Hâlbuki yakın zamanlara kadar, sağdan soldan, Yunus hakkında yazmayan, onu yeniden yorumlayıp kendi düşüncesinin savaşçısı yapmayan yoktu. Kiminin Yunus'u Batınî ve Bektaşi idi, kiminin Yunus'u Sünni ve Mevlevi; kimininki 'kriz entelektüel' yaşıyordu; kimininki sosyalistti, kimininki hümanist, kimininki Türkçü, kimininki İslâmcı... Nâzım Hikmet, Kuvayı Milliye Destanı'nda:

Başka türlü anlıyorum ben Yunus'u:
bence onda bütün bir devir dile gelmiş Türk köylüsü:
öte dünyaya dair değil,
bu dünyaya dair kaygılarıyla...

diyor, Sabahattin Eyüboğlu ise Yunus'un "kitapsız, tapınmasız, törensiz, kıblesiz bir inancın adamı" olduğunu iddia ediyordu.

Farklı ideolojilere mensup aydınların kendi dünya görüşlerine uygun Yunuslar yaratmaları anlaşılabilir. Hatta Yunus'un her görüşe hitap edebilecek zenginlikte bir şiir yazdığını düşünerek bu farklı yorumları sempatiyle de karşılayabiliriz. Fakat dünya görüşündeki dalgalanmalara paralel olarak kendi Yunus portresini sürekli değiştirenlere ne demeli?
Rahmetli Abdülbaki Gölpınarlı, tasavvuf tarihinin ve eski edebiyatımızın gelmiş geçmiş en büyük uzmanlarından biriydi. Türk-İslam tarihiyle, kültürüyle, edebiyatıyla ilgilenip de ondan beslenmemiş olan yoktur. Burhan Toprak'ın divan şairlerini yerin dibine batırarak yücelttiği, kendi içindeki yangını söndürmekten başka bir şey düşünmeyen ferdiyetçi Yunus'una ilk o itiraz etmiş, onun hazırladığı divandaki yanlışları göstermek için yazma ve basma divan nüshalarına gömülünce kendini Yunus Emre şiirinin uçsuz bucaksız dünyasında bulmuştu.

Gölpınarlı'nın keşfettiği ilk Yunus, Bektaşi idi. Bektaşi erkânının 13. yüzyılda henüz teşekkül etmediği itirazı gelince, ona Babai zümresine ve tarikat silsilesi itibariyle Hacı Bektaş'a mensup olduğu için Bektaşi dediğini yazmıştı. Yani Gölpınarlı'nın ikinci Yunus'u Babaî'dir. 1940'larda Maarif Vekili Hasan Âli Yücel marifetiyle uygulanan kültür politikasının tesiri altında hümanist ve sosyalist bir Yunus portresi çizen Gölpınarlı, 1945 yılında yayımlanan Divan Edebiyatı Beyanındadır adlı ünlü eserinde, divan şairlerini, Burhan Toprak gibi -aşağı yukarı aynı gerekçelerle- yerden yere vurmuş, buna karşılık halk şiirini ve Yunus'u yücelterek alternatif olarak sunmuştu. 1946 yılında çıkarılan ve ismiyle de eğilimini belli eden Yığın dergisinin ilk sayısına yazdığı yazı şöyle bir başlık taşıyordu: "İnsanı ve İnsanlığı Her Şeyin Üstünde Tutan Yunus."

O yıllarda, Yunus'ta tasavvufun soyutlayıcı bir felsefe olmaktan çıkıp insanı ve tabiatı soyutluktan kurtaran bir sistem olarak kullanıldığını düşünen Gölpınarlı, soyut Tanrı sevgisinden yola çıkan Yunus'un somut insan sevgisine ulaştığını söylüyordu. 1960'larda Yunus'u biraz daha sosyalistleştiren Gölpınarlı, ileri yaşlarında tasavvufa yeniden ağırlık vermeye başladı. Asıl şaşırtıcı olan, 1971'de düzenlenen, ağırlıklı olarak Yunus Emre'yi bir hümanist olarak yorumlayan bildirilerin yer aldığı Uluslararası Yunus Emre Semineri'nde, yıllarca Bektaşi olduğunu savunduğu Yunus'un Mevlevi olduğunu ilân etmesiydi.
Muhafazakârların yorumuna gelince: Nurettin Topçu, Mehmet Kaplan, Sezai Karakoç, Hüsrev Hatemi gibi, Yunus'a farklı açılardan bakan ve dikkate değer yorumlar getiren muhafazakârlar da vardır. Fakat onun Batınî ve Bektaşi olduğu iddiası muhafazakâr çevrelerde pek kabul görmemiş, şiirlerindeki hümanizma da dinî ve tasavvufî açıdan izah edilmiştir.

Muhafazakârların kafasındaki Yunus Emre portresinin genel çizgilerini görebilmek için, rahmetli Faruk Kadri Timurtaş'ın Tercüman 1001 Temel Eser dizisinde yayımlanan Yunus Emre Divanı'nın başındaki metni okumak gerekir.

"Her dem yeni doğarız bizden kim usanası" diyen Yunus, unutulası bir şair değildir; her okunuşunda insana yeni kapılar açar, yeni zenginlikler sunar. Onun "Bir çeşmeden akan su acı tatlı olmaya" mısraıyla ne demek istediği tam olarak anlaşıldığı zaman dünyanın daha huzurlu bir yer olacağına inanıyorum.
Bu vesileyle Ramazan-ı Şerif'inizi tebrik ediyor, Yunus Emre Divanı'nın sayfaları arasına gömülmeyi göze alamıyorsanız, Hüsrev Hatemi'nin bu divandan sizler için özenle seçip açıkladığı mısra ve beyitlerden oluşan N'etti Bu Yunus N'etti (Pan Yayıncılık, 2004) adlı antolojisini tavsiye ediyorum.


Beşir Ayvazoğlu

04 Ağustos 2011, Perşembe, Zaman

( "N'etti Bu Yunus, N'etti?" başlıklı yazı)




7 Temmuz 2012 Cumartesi

"Sarışınlık getirir gözlerin akşamlarıma."


Notlar:
-Başlıktaki mısra Cenap Şahabettin'in "Senin İçin" adlı şiirinden alınmıştır.
- Resim:Vincent van Gogh, Self-portrait,1887

"... Van Gogh'dan aşırılmış"



" Açtım Van Gogh'u; Crau Ovasına bakıyorum.: (uzakta) dağ mı, mavilik mi, gökyüzü mü, Van Gogh'un düşü mü bu, birbirine karışan? Çeşit çeşit sarı; maviye yatmıştır: bozulacağını o zamandan sezinleyerek, yeryüzünde öyle sarıların; öyle mavilerin olduğunu sonradan görelim için, belgelemiştir doğayı.

Van Gogh'un tablolarına çokluk, birer belgeymişcesine bakarım ben: doğanın, onun da ötesindeki bir giz'in belgeleridir bir bakıma. Alabildiğine de bir 'özlem' kımıldamaktadır bunlarda.

'Fizik' âdeta, fizikötesini hissettirmek için çalışmaktadır tabloların damarlarında, sinirlerinde.

Tüm tablolarının her santimetrekarelerinde de, "Tanrım! Seni arıyorum!" der gibidir Van Gogh.

Nuri Pakdil

( Bir Yazarın Notları I, Edebiyat Dergisi Yayınları, 3. Baskı, Şubat 2012, Sayfa 85)


Notlar:

-
Başlıktaki ifade Cemal Süreya'nın "Dalga" adlı şiirindeki " İki gemiciynen Van Gogh'dan aşırılmış" mısrasından alınmıştır.-

- Resim: Van Gogh, The Reaping at La Crau

"Dudaklarından kalkarken boynun kurcalar beni"

Notlar:
-Başlıktaki İsmet Özel dizesi şairin "Sevgilime İftira" şiirinden alınmıştır. (Erbain, 1971)
- Resim: Picasso, La Lecture,1932

"aşk için söylediğim her şeyi bir daha söylerim"


Not: Başlıktaki Turgut Uyar dizesi şairin "Aşk İçin" şiirinden alınmıştır. (Büyük Saat, Son Şiirler)